Sanat, yalnızca içten taşan bir ilhamın yankısı değildir; o yankının biçim bulduğu, yoğrulduğu, eğitildiği bir dildir. Her dil gibi, sanatın da bir grameri, bir ritmi, bir geleneği vardır. Kimse anasının karnından şiirle, resimle ya da müzikle doğmaz. İnsan, duygusunu ifade etmeyi de öğrenir; tıpkı konuşmayı, yürümeyi, sevmeyi öğrendiği gibi.
Evet, sanatçının hayal dünyası elle tutulmaz, gözle görülmez, ama bu onu öğretilemez kılmaz. Gözle görünmeyen bir dünyayı görünür kılmak, zaten sanatı sanat yapan şeydir. O görünmezliği biçime sokmayı öğrenmek, işte ustalık orada başlar. Kimi renkleri nasıl susturacağını, hangi kelimenin diğerine nasıl yaslanacağını, hangi notanın sessizliği büyüteceğini bilmek; bunlar doğuştan değil, öğrenilmiş sezgilerdir.
Kendinden öncekilerin düşünceleriyle sınırlandığını sanan, aslında onların ufkunu hiç anlamamıştır. Çünkü her büyük sanatçı, bir öncekini yıkarak değil, ondan yükselerek var olur. Gökyüzü ne kadar sonsuzsa, o gökyüzüne ulaşmak için de bir dağa tırmanmak gerekir. O dağ, geçmişin sanatıdır.
Sanatı öğretilemez sanmak, onu bir tür büyüye indirgemektir. Oysa sanat büyü değildir; emek, dikkat ve disiplinin duyguyla karıştığı en insani çabadır. Matematikle, fizikle kıyaslamak küçültmez sanatı, aksine, aynı hakikati başka bir dille aradıklarını gösterir. Sanatın öğretilemez olduğu iddiası, sanatı ulaşılamaz bir put haline getirir. Oysa sanat, insana en yakışan öğrenme biçimidir: bir ömrün, bir kalbin, bir aklın birlikte yoğrulmasıdır.
Sanatçı yalnız doğmaz; yalnız kalırsa da eksik kalır. Çünkü yaratmak, tek başına bir eylem değil, insanlığın birbirine fısıldadığı binlerce yıllık bir sözdür. Biz o söze kendi sesimizi katarız, ama kelimeleri hep birlikte öğreniriz.
KEMAL KANTAR

